Licorice Pizza: gerçeklik ve nostaljik-halüsinasyon arasında geçen, izlemesi çok keyifli olan bir film.
Bu, 1973’te, San Fernando vadisinde geçen bir aşk hikayesidir ve “reşit olmak” olarak adlandırılamayacak kadar ilginç ve karmaşıktır. Sırıtarak konuşan 15 yaşındaki bir çocuk, lise yıllığı için fotoğraf çeken bir fotoğrafçının asistanı olarak çalışan 25 (net yaşı öğrenmek çok mümkün değil) yaşındaki yaptığı işten sıkılmış bir kadınla tanışır.
Yazar-yönetmen Paul Thomas Anderson (kendisini asla tekrar etmeyen bir isim), bu son filminde tercih ettiği oyuncu kadrosuyla insanın aklına kazınıyor. İki yeni oyuncudan muhteşem film yıldızları ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden oyuncu Philip Seymour Hoffman’ın oğlu Cooper Hoffman, TV ve filmlerdeki çocuk oyuncu kariyeri sona ermek üzere olan ve bu nedenle çeşitli yan işlerde koşturmalara giren, soluk tenli Gary Valentine olarak her şeyden çok emin! Pop grubu Haim’den (Anderson’ın videolarını da yönettiği) Alana Haim, Barbra Streisand’ın güzelliği ve karizmasına sahip, sürekli çileden çıkmış genç bir kadın olan Alana Kane rolünde muhteşem.
Sürekli gelişen ilişkileri filmin çerçevesini oluştururken, “Licorice Pizza” gerçekten bu genç kadının kendini keşfetme yolculuğuyla da ilgili: farklı işler ve kıyafetler, farklı öncelikler ve kişilikler denemek ve neyin uygun olduğunu görmek. (Oscar ödüllü “Phantom Thread” filminin kostüm tasarımcısı Mark Bridges, her yeni durum için görünüşünü canlı bir şekilde yeniden keşfediyor.)
Gary ve Alana arasındaki aşk, eğer aşksa, düzgün yürümez bir halde. Alana, kendisinden pek de büyük olmayan başka bir çocuk oyuncuyla el ele tutuşarak Gary’nin kalbini kırar; Gary, kendi yaşındaki bir kıza hamleler yaparak Alana’yı çileden çıkarır. Alana, film yıldızı Jack Holden (Sean Penn) ile flört ederek misilleme yapıyor. Ama konunun nereye gittiğini biliyoruz. Ve bu sahnelerle birlikte hipnotize edici derecede komik, romantik film olarak -yer yer uzun olsa da- akmaya devam ediyor.
Senaryodaki kıvrımlar; yetişkin erkeklerin çoğunun berbat olduğunu göstermeye yarayan detaylara sahip. Alana, Bradley Cooper’ın şahane canlandırdığı Jon Peters karakterinin dikkatini çekiyor. Bu sahnelerin komedi dozunu sevdim.
Filmde, gün geceye dönerken her şey olabilir…
Paul Thomas Anderson hikayeyi neden 1973’te konumlandırdı?
Hayal kırıklığına uğramış hikayenizi, 70’lere geri yükleyin acaba o yıllarda nasıl görünürdü? Yönetmen de tam olarak bunu yapmış gibi; 21. yüzyılın toplumsal cinsiyet politikalarına saplanmadan, hoşgörülü + romantik macera havasında aşk ve seks konularını keşfetmek daha kolay anlaşılan.
Yönetmenin hikayeyi oluştururken ve filme çekerken gönderme yaptığı anlar + sahneler bir yana bana sürekli Quentin Tarantino’nun Los Angeles dönemi filmi Once Upon a Time in Hollywood’u hatırlattı.
Bu hikayenin nereye gittiğinden ziyade, nerede biteceğini öğrenmek için sabırsızlanıyorsunuz ve bittiğinde de bitmesini istemek çok mümkün değil.
Alana Haim ve Ailesi
Alana Haim ve Cooper Hoffman, hızlı ve akan kimyaya sahipler. İkisi de bu 70’ler ortamında tamamen evlerinde görünüyorlar. Filmde; Alana’nın kız kardeşlerini oynayan karakterler gerçekte de Haim’in kız kardeşleri (Danielle ve Este). Müzik grupları Haim’in de diğer iki üyesi. Ve Alana’nın gerçek ebeveynleri, filmde de ebeveynlerini rolünde oynuyor, bunların hepsi eğlenceli bir cuma gecesi şabat yemeği sahnesinde güzel bir şekilde ortaya sunuluyor.
Paul Thomas Anderson Filmografisindeki Unutulmaz Performanslar
Yönetmenin filmografisinde birleştirici bir unsur varsa, o da yapımlarında sürekli olarak harika performanslar göstermesidir.
Phillip Seymour Hoffman in The Master
Film yayınlandığında, eleştirmenler The Master’ın ne hakkında olduğunu bulmakla meşguldü. Filmin altında yatan anlamı araştırmakta yanlış bir şey yok, ancak bir bütün olarak The Master’ın amacı hakkındaki tüm tartışmalar, Phillip Seymour Hoffman’ın ortaya çıkardığı ve incelikli oynadığı karakteri gölgede bırakabilir (di). Lancaster Dodd karakteri, bir Anderson filminde karşımıza pek çıkmayan veya Hoffman’ın canlandırdığı diğer hiçbir performansa benzemeyen bir bütünlüğe sahip.
Lesley Manville in Phantom Thread
Bu filmden çekilip alınacak çok performans var elbette!
Daniel Day-Lewis’i Phantom Thread’de Reynolds Woodcock olarak izlerken, bu karakteri başka birinin canlandıramayacağına inanıyorsunuz. Lesley Manville’in canlandırdığı bu adamın kız kardeşi Cyril Woodcock ise aralardan derelerden o kadar şahane bir biçimde karşımıza çıkıyor ki. Day Lewis’in performansına kolaylıkla ayak uyduran Manville, sessiz ama güçlü bir otorite duygusuna hükmediyor.
Muazzam bir Daniel Day-Lewis performansının pırlanta gibi durduğu bir filmde öne çıkmak etkileyici bir başarı.
Adam Sandler in Punch-Drunk Love
Punch-Drunk Love, en sevdiğim Paul Thomas Anderson filmi (galiba).
Yıl 2002. Film, tipik bir Adam Sandler komedisinin ritimlerinin bir kenara bırakıldığı ve Sandler’ın birinin iskeletinde yaşayabilmesi ve performansını benzersiz + büyüleyici hale getirmesini izlediğimiz anlara sahip.
Julianne Moore in Boogie Nights
Boogie Nights’ta öne çıkan tek bir performans seçmek zor. Tüm oyuncu kadrosu kusursuz. Ama belki de buradaki pastanın kreması, Maggie/Amber Waves olarak Julianne Moore.
Moore’un Maggie’nin hayatını tanımlayan kederi ne kadar derine kazdığı ve acayip bir şekilde tasvir ettiği için kalbimizi paramparça ediyor.
Daniel Day-Lewis in There Will Be Blood
Harika bir oyunculuğu tanımlamanın tek yolu, alıntılanabilir bir performans sergilemek olmasa gerek. Daniel Day-Lewis örneğinde, There Will be Blood’daki Daniel Plainview rolündeki performansı kariyerinin doruk noktası.
Yönetmenin şu filmleri de şahane performanslara sahip:
Magnolia, Hard Eight, Inherent Vice