Robert Oppenheimer ve Christopher Nolan’ı Anlamaya Çalışmak

“Yoğun bir deneyim çünkü yoğun bir hikaye.” diyor Oppenheimer filminin yönetmeni Christopher Nolan.

Haklı. Ayrıntı derinliğine sahip olan iyi bir film.

“Atom bombasının babası” J. Robert Oppenheimer’ı çarpıcı bir şekilde canlandıran Cillian Murphy, Nolan’ın bu dramasında, 20. yüzyıldan kalma bir Frankenstein gibi dikiliyor karşımızda.

Siyah ya da beyaz şeklinde Robert Oppenheimer’ı eleştirmiş gibi olmayayım tabii, olay çok dallı budaklı ama detayları kimse hatırlamaz. Sonuç unutulmaz!

İzlerken yaşatan o soyut anlara sevgiler; sanki atomun kalbine girmeye cesaret ediyoruz.

En etkili kısım da ses ve müzik kullanımı. Jonathan Glazer’ın yakında vizyona girecek olan The Zone of Interest filmi gibi, bu film de savaşın dehşetinin gösterilmediği, duyduklarımız aracılığıyla kaçınılmaz bir şekilde aktarıldığı bir film.

Filmde kullanılan Ludwig Göransson’ın müziği hem çok iyi hem çok değişken. Ve ses düzeninde yinelenen bir ritim var, gümbür gümbür yere vuran ayakların sesleri.

Bu ses, Oppenheimer’ın kariyerinin doruk noktası olan bir zafer ve ihtişam anından alınma. Ancak fizikçinin çalışmasının yıkıcı potansiyeli netleştikçe, her kullanımda artan bir tehdit duygusu kazanıyor. Hatırladıkça bile tüylerim diken diken oluyor.

Filmde Murphy’nin karşısında rol alan oyuncular arasında Emily Blunt, Matt Damon, Robert Downey Jr., Florence Pugh ve daha fazla kıymetli isim yer alıyor. Özellikle de Robert Downey Jr. acayip derecede güzel!

Cillian Murphy tarafından canlandırılan J. Robert Oppenheimer

J. Robert Oppenheimer Kimdir?

Mini özet:

Oppenheimer, İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasını yapmak üzere Los Alamos, New Mexico’daki Manhattan Projesi’ne liderlik etmek üzere “atanan” fizikçi.

Yazının devamında, 21 Temmuz 2023’de vizyona giren film Oppenheimer hakkında spoiler içeren notlar karşınıza çıkabilir.

Fizikçi Oppenheimer’ı Anlamaya Çalışmak

Film, “Atom bombasının babası” lakaplı teorik fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın biyografisi olarak lanse ediliyor. Ancak “biyografi” kelimesi, hikaye zaman zaman hantal aksa da, Christopher Nolan’ın filmde anlattığı hikayenin kapsamını tanımlamaya yetecek güçte değil.

Oppenheimer; bir zaman çizelgesinde gidip gelen, yoğun ve karmaşık bir dönem eseri. Mahkeme salonu dramasını, romantik ilişkileri ve laboratuvar “aydınlanmalarını” bir araya getiriyor. Belki de tüm bunlardan daha fazlası, Oppenheimer büyük bir canavar filmi.

Benny Safdie ve Cillian Murphy

Cillian Murphy’nin canlandırdığı fizikçi Oppenheimer, bilimin sınırsız olasılıklarının büyüsüne kapılmış ve yarattığı şeyin sınırsız bir yok etme kapasitesine sahip olduğunu çok geç fark eden atom çağındaki bir “canavar” aslında ama… Aması var işin elbette.

Bununla birlikte, bu hikayede anlatılan; bir icadın ortaya çıkışının dayanılmaz cazibesi mi yoksa insanın içine salınan yok etme iştahı mı? Film ilerledikçe Oppenheimer’ın tekin olmayan yüzünde kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkan içi boş bir farkındalık beliriyor. Murphy’nin uzaklara bakan buz gibi gözlerinin hala etkisindeyim, o ayrı!

Murphy’nin fiziksel görünümü, filmin elindeki en güçlü silahlardan biri olabilir. İnanılmaz derecede sakin görünüyor, birlikte çalıştığı askeri karakterlerin sağlam kesinliklerinin aksine teorik bir adam.

Oppenheimer’ın kendisi daha sonra patlamanın eski Hindu kutsal kitabı olan Bhagavad Gita’dan bir mısrayı akla getirdiğini doğruluyor: “Bin güneşin ışıltısı aynı anda gökyüzünde parlasaydı, bu kudretli olanın ihtişamı gibi olurdu.” Daha sonra, yaşamının sonlarına doğru ise Gita’dan başka bir cümleyi seçti: “Şimdi dünyaların yok edicisi Ölüm oldum.”

Filmde ise Oppenheimer (Cillian Murphy) alevler içinde kalmış siyah bir gökyüzüne bakarken, kafasının içinde kendi sesini duyar: “Artık dünyaların yok edicisi Ölüm oldum.”

Florence Pugh ve Cillian Murphy

Bu replik ayrıca filmin başlarında, daha genç bir “Oppie” ve komünist sevgilisi Jean Tatlock (Florence Pugh) birlikteyken de geçiyor. Sevgilisinin kitaplığından Bhagavad Gita’nın bir kopyasını çıkarıyor. Rastgele bir pasajı hemen okuması için ona uzatır. Elbette satırlar: “Artık dünyaların yok edicisi Ölüm oldum.” (bu satırların cinsel ilişki sonrası bir düşle gelmesi -Fransızların la petite mort, “küçük ölüm” dediği bir mutluluk halini yakışır detayda.)

Yönetmen Christopher Nolan’ı Anlamak

Christopher Nolan’ın yönettiği filmler: Tenet, Batman üçlemesi, The Prestige, Interstellar, Dunkirk, Inception…

Bir ikilem kurar, kendi “kurallarını” koyar ve ardından bu ikilemi çözmek için kolları sıvar. Tüm bilim kurgu yüksek fikirliliği çerçevesinde, inanç sorularına da çok az yer veriyor. Nolan’ın evreni daha çok karmaşık bir yapboz kutusu gibi. Zekayı bir erdem haline getiren filmleriyle geniş kitlelere ulaşan bir popülerlik elde etti.

Filmleri kibir ve kurgu açısından oldukça zeki. The Prestige’in birbirini alt etmeye çalışırken çıldıran “tek sahne” sihirbazları, Nolan’ın imza figürleri. Nolan’ın filmleri en kötü hallerinde bile ağırbaşlılık ve gösterişçiliğe dönüşüyor. Inception, Interstellar ve Tenet’in zar zor incelenebilen gerçeklik çarpıtma mekaniğinde o gösterişi hissetmek mümkün.

Oppenheimer da benzer şekilde problem çözmeye takıntılı görünüyor. İlk olarak, Nolan kendine bazı meydan okumalar hazırlar. Mesela: Imax ölçeğinde, geniş çapta üne kavuşan ve yaz mevsiminde gişe rekorları kıran teorik bir fizikçi hakkında bir biyografi nasıl yapılır?

Sonra çalışmalar başlar. Oppenheimer nefessiz bir şekilde ortaya çıkıyor. Filmde; tozlu görünen sınıf sohbetleriyle, gergin kalabalığı memnun eden ve bir “gerilim filmi” gibi işleyen o kapalı kapı konuşmalarını ortaya çıkarmasıyla başarıyı kucaklıyor.

Bu noktada belki de; dramayı destekleyen daha derin metafiziği kaçırdığı söylenebilir.

Nolan’ın gözünden Oppenheimer:

“Onun hikayesi şu anda yaşadığımız ve sonsuza kadar yaşayacağımız şeklin merkezi. Dünyayı kesinlikle başka kimsenin değiştiremediği şekilde değiştirdi. Dünyaya kendini yok etme gücünü verdi.”

Robert Downey Jr. tarafından canlandırılan Lewis Strauss

Ekranda Gösterilmeyenler

Oppenheimer’da atom bombası atıldıktan sonra Nagazaki ve Hiroşima’yı nasıl etkilediği hiç gösterilmiyor. Bir-iki yerde yaşanan “şeyin” felaketsel boyutu özetleniyor, hepsi bu.

Okuduğum bir eleştiride şu detay yer alıyor:

‘François Truffaut bir keresinde “savaş filmleri, hatta pasifist, hatta en iyileri bile, isteyerek veya istemeyerek, savaşı yüceltir ve onu bir şekilde çekici kılar” diye yazmıştı. Nolan’ın filminin bol bol karşılıklı konuşma içermesinin sebebi de bazı sahneleri açıkça göstermeyi reddetmesini açıklıyor.’

Hatta atom bombası atıldıktan sonra hemen o uzun duruşma sahnesinin devreye girmesinin sebebi de bu olabilir. İzleyiciyi, atom bombası atıldıktan sonra o hissedilen duygusal çöküşte bırakmamak.

Ufak Tefek Sorunlar

Albert Einstein ve J. Robert Oppenheimer yan yana

Oppenheimer’da zaman tamamen doğrusal akmıyor – anlar var, özellikle de Albert Einstein’la çok önemli bir karşılaşma, filmin geri kalanından bağımsız görünüyor. Nolan’ın filmlerinin tamamen çözülmesi için genellikle birkaç kez izlenmesi gerekiyor.

Kadın karakterlerin üstünkörü görünümü de sorunlardan bence. Oppenheimer’ın sevgilisi Jean Tatlock rolündeki Florence Pugh, kısa sürede hikayede kayıtsız kalıyor. Ve Emily Blunt, J Robert’ın karısı Kitty Oppenheimer olarak, ilk iki saatin çoğunu isyankar bir şekilde çerçevenin kenarında bir martini tutarak geçiriyor. Bununla birlikte, daha sonra birkaç etkileyici sahnenin ortasında yer alıyor, hem de karakterin gidişatı buna meyilli değilken.

Be the first to comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir